8 Ekim 2007 Pazartesi

L'instant Taittinger

The Taittinger family are a French family who are famous producers of champagne. Headed by Claude Taittinger (born 1927), a member of the consultative committee of the Banque de France, the Taittinger Group is ranked in the top 250 businesses in France.[citation needed] Its diversified holdings included Champagne Taittinger, Societe du Louvre and Concorde Hotels, whose flagship is the famed Hotel de Crillon on the Place de la Concorde in Paris, France as well as the Loire Valley wine producing firm of Bouvet-Ladubay, and a partnership in Domaine Carneros in California, until it was sold to Starwood Capital in 2005.

Taittinger Champagne founded in 1734, the Taittinger champagne house is based in Reims.


About the Artwork

Taittinger is a French champagne house that originated in Reims in 1734, and now imports its bubbly beverage to more than 120 countries worldwide. This vintage poster, featuring an image of Grace Kelly's regal beauty glimpsed through an equally elegant flute of champagne, was created by Claude Taittinger to launch a 1988 promotional campaign. The advertising industry raised a toast to Taittinger's dramatic, haute couture imagery, popularizing it on magazine covers such as "Vogue," while creating an art form that still resonates with great style and sentimental value.

5 Ekim 2007 Cuma

Tango in Paris...



Tango tango tango... İşte tam tango zamanı 17 Ekim - 27 Kasım 2007 tarihleri arasında Paris Banliyölerinde Tango Festivalleri düzenleniyo. Uzun zamandır peşinden koştuğum fırsat bu sanırım ama malesef orada olamayacağım...
Eğer fırsatınız varsa kaçırmayın derim... Paris'te ilk tangonuzu yapmanın zamanı hala gelmedi mi? Benimki sanırım daha gelmemiş... Delirmek üzereyim...


France first discovered the lush sounds, sensual moves and emotion-charged impact of the tango in 1906 and instantly took to the dance...

One hundred years later, the French are still tango-crazy. The Paris Banlieues Tango Festival has focused for the past decade on unveiling the multiple facets of tango, its international influences and current trends and inspiration to audiences composed of tango aficionados as well as the merely curious. The multi-disciplinary festival will be celebrating its tenth anniversary in style with a comprehensive programme of events. Concerts, dances, dance and singing workshops, exhibitions, readings and food fiestas attended by a number of guests from all over the world will be held in various locations in Paris and around over a two-month period. Isn’t it time for your first tango in Paris?

Festival Paris Banlieues Tango - from 17 October to 27 November 2007.

Maison de Victor Hugo


Victor-Marie Hugo (26 February 1802 — 22 May 1885) was a French poet, playwright, novelist, essayist, visual artist, statesman, human rights campaigner, and perhaps the most influential exponent of the Romantic movement in France.
In France, Hugo's literary reputation rests primarily on his poetic and dramatic output and only secondarily on his novels. Among many volumes of poetry, Les Contemplations and La Légende des siècles stand particularly high in critical esteem, and Hugo is sometimes identified as the greatest French poet. In the English-speaking world his best-known works are often the novels Les Misérables and Notre-Dame de Paris (sometimes translated into English as The Hunchback of Notre-Dame).

Musée Ville de Paris

Victor Hugo lived on the second floor of the Hôtel de Rohan-Guéménée from 1832 to 1848. He wrote some of his major works there : Marie Tudor, Ruy Blas, Les Burgraves, Les Chants du crépuscule, Les Voix intérieures, a large part of Les Misérables... and received Lamartine, Vigny, Dumas, Gautier... The visit of the apartment illustrates the three main stages of his life (before, during and after exile) through the display of his furniture, different memorabilia and some astonishing interior decoration produced during his exile in Guernesey.
The first floor is devoted to temporary exhibitions and displays his drawings as well as an iconography of his literary work. A rich library is open to the public by appointment. The museum organizes talks in the appartment of Victor Hugo and workshops for young visitors (information at the museum office).

Victor Hugo vécut au 2ème étage de l'Hôtel de Rohan-Guéménée de 1832 à 1848. Il y écrivit quelques unes de ses oeuvres majeures : Marie Tudor, Ruy Blas, Les Burgraves, Les Chants du crépuscule, Les Voix intérieures, une grande partie des Misérables... et reçoit Lamartine, Vigny, Dumas, Gautier...
La visite de l'appartement suit aujourd'hui les 3 grandes étapes qui articulaient sa vie : Avant, Pendant et Après l'exil, à travers la présentation de son mobilier, de divers souvenirs et des ses étonnantes décorations d'intérieur réalisées durant l'exil à Guernesey.
Le premier étage est réservé aux expositions temporaires et présente ses dessins ainsi qu'une iconographie de son oeuvre littéraire.
Une riche bibliothèque est ouverte au public sur rendez vous. Le musée organise des visites conférences dans l'appartement de Victor Hugo et des atliers pour les plus jeunes (renseignement au secrétariat du musée).



MAISON DE VICTOR HUGO
Hôtel de Rohan-Guéménée 6, place des Vosges
75004 PARIS

Metro : Bastille

http://en.parisinfo.com/sites-culturels/324/maison-de-victor-hugo?1

La Géode

La Géode is an Omnimax theatre in the Parc de la Villette at the Cité des Sciences et de l'Industrie in Paris. It opened on May 6, 1985. It is fitted with the only 12.1 sound system in the world, designed by Cabasse.


La Géode a été inaugurée le 6 mai 1985.

La Géode est située au nord-est de Paris,dans un vaste espace vert de 55 ha,le Parc de la Villette

La Villette au XVIIIe siècle était un village agricole de la petite banlieue de Paris traversée par la rivière de l'Ourcq. Au début du XIXe siècle, et afin d'approvisonner Paris en eau potable, le canal de l'Ourcq fut percé et dans son prolongement, Napoléon 1er fit creuser le bassin de La Vilette pour alimenter les fontaines de Paris. C'est à partir de 1867 que le baron Haussmann décida de réunir le marché national de la viande à La Vilette : la Grande Halle pouvait recevoir jusqu'à 4600 bovins.

Les fameux abattoirs de La Vilette ont fermé définitivement leurs portes en 1974 laissant une friche de 55 ha à convertir en un vaste projet urbain dont la mission initiale était : "il faut que la science et la culture puissent s'y rencontrer, que ce soit une ville-jardin, un jardin dans la ville".


La Géode a choisi le système de projection OMNIMAX®, la version hémisphérique du procédé IMAX®. Sur l'écran géant hémisphérique de la Géode, les images atteignent 10 fois celles du cinéma classique.

Le système OMNIMAX® place le spectateur encore plus au cœur de l'image.

Confortablement installé dans des fauteuils inclinés, la Géode vous invite à découvrir, frissonner, sourire...

www.lageode.fr

4 Ekim 2007 Perşembe

Honoré de Balzac

Honoré de Balzac

dedi ki;
Sanatın vazifesi, tabiatı kopya etmek değil, tabiatı ifade etmektir.



La maison de Balzac...

Adını Balzac olarak değiştirdi ve soyluluk ifade eden de’ öntakısını ekledi. Köy kökenli bir ailenin çocuğu. Babası devlet memuru. 6 yıl Vendome'da College des Oratoriens'te öğrenim gördü. Napolyon'un devrilmesinden sonra ailesi Paris'e taşındı. Burada 2 yıl daha okula gitti. 3 yıl bir avukatın yanında çalıştı. Ama küçük yaşlardan beri edebiyata gösterdiği eğilim ağır bastı. Trajedi türünü denediği 1819'da yazılmış "Cromwell" başarı kazanamayınca romana yöneldi. Para kazanmak için tarihsel, mizahi ve gotik romanlar yazdı. Bunları değişik adlarla yazdı. Basımcılık, yayıncılık, hatta dökümcülük yaptı. Başarılı olamayınca tekrar edebiyata döndü.
1829'da yazdığı "Les Chouans" isimli tarihi roman tanınmasını sağladı. Bu eser Türkçe'ye (Köylü İsyanı 1974 ve Şuanlar 1977 olarak çevrildi.) 1824-1834 arasında yayıncılarından aldığı parayla bohem bir yaşam sürdü. 1829-1831 arasında yergici gazetelere yazılar yazdı. 1830’lardan sonra bir toplum tarihi yazmak amacıyla, eski ve yeni romanlarını üç bölüm altında toplamaya karar verdi. Örf ve âdet incelemeleri, felsefi incelemeler ve çözümleyici incelemeler. Bu tasarı 1834-1837 arasında 12 cilt olarak gerçekleşti. 1840’ta bu yapıtların hepsine Dante'yi anımsatan bir başlık koydu: "İnsanlık Komedisi". 1842-1848 arasında 17 ciltlik bir baskı yapıldı. 1869-1876 arasında da 24 cilt olarak yayınlandı. Eserlerinde aynı kahramanlara tekrar tekrar yer verme düşüncesini geliştirdi. Bunu gerçekçiliğin baş romanı kabul edilen ve 1834'te yayınlanan "Goriot Baba"da uyguladı. 1836 ve 1837'de İtalya gezisine çıktı. 1828'de Versailles yakınlarında pahalı bir ev yaptırdı. Borç sorunu nedeniyle Passy'de bir eve yerleşti (Bugün Balzac müzesi). Para kazanmak için tiyatroda başarısız denemeler yaptı. Edebiyatçılar Derneği başkanı olarak yazar haklarıyla ilgili girişimlerde bulundu.
1847'de Polonya'da sevgilisi Eveline Hanska'nın şatosunda kaldı. 1850'de Eveline ile evlendi Paris'e döndüler. Birkaç ay sonra yaşamını yitirdi. Geride 85’i tamamlanmış, 50’si taslak halinde eser bıraktı. Romanda gerçekçilik ve doğalcılık akımlarının yaratıcısı olarak kabul edilir. Mantısal bir sıra izleyen olayların her şeyi gören bir gözlemcinin ağzından anlatıldığı, kahramanların tutarlı bir biçimde sunulduğu, kuralları belli "klasik roman tekniğini" Balzac'ın kurduğu benimsenir. Olağanüstü bir gözlem yeteneği ve güçlü bir hafızası vardı. Kendisini başka insanların yerine koyup onların duygularını paylaşmayı biliyordu. Eserlerinde nedenselliği ve arka plan ile karakterler arasındaki ilişkiyi açıklamakta ustadır. Bütün bu özellikleriyle "romanın Shakespeare'i sayılır.


Champs-Elysées



De la place Concorde au ronde-point, l'avenue est bordée d'allées plantées d'arbres tandis que du Rond-Point a l'Arc de Triomphe, les deviennent une vast avenue commerciale.


The Arc de Triomphe, constructed under the rule of Napoleon I, is another don’t miss Paris Landmark. The imperial archway was Napoleon I’s attempt to make Paris as grand as ancient Rome and is among the city’s oldest and most well known landmarks.

Basilique du Sacré Coeur






After the Franco-Prussian War of 1870, it was proposed to construct a church to the Sacred Heart on the butte Montmartre. Although originally the fund raising was by public subscription, in 1873, the National Assembly declared its construction to be a state undertaking. Of the 78 entries in the competition for its design, the one chosen was by the architect named Abadie. He was already well known for his restoration of the St-Front Cathedral in Périgueux.
The plans for the new basilica called for an edifice of Romano-Byzantine style, and the first stone was laid in 1875. Abadie himself died in 1884 with only the foundation having been completed.

Completed in 1914, it was not consecrated until 1919 after World War I had ended. The final cost was 40 million francs. Since 1885, there has been perpetual adoration and worship within.

The interior of the church contains one of the worlds largest mosaics, and depicts Christ with outstretched arms. The nearby bell tower contains the ``Savoyarde''. Cast in Annecy in 1895, it is one of the worlds heaviest at 19 tons.

www.paris.org/Monuments/Sacre.Coeur/
www.sacre-coeur-montmartre.com
@Montmartre, Paris, France.

La Maison des Etudiantes... Sorbonne...





La Sorbonne yabancı öğrencilerin dil öğrenmeleri için senelerdir onlara kapılarını açık tutuyor...
Yeni arkadaşlıklar, yeni kültürler ve yeni bir dil...

Ramer au Seine...




Seine Nehri boyunca kürek çekmek nasıl bir his bilir misiniz?
Her suyu itişinizde tüm şehrin yaşanmışlığını da itersiniz... Bir çizgi de siz çizersiniz...
Çaresiz ve üzgün olsanız bile güzelliklere bakarak geçersiniz bir Paris sabahından...
Böyle bir sabahtı işte...

Ramer au Seine est un passione, vous savez comment?

Fabuleux destin d'Amélie Poulain-2001


Short analysis on Jean-Pierre Jeunet's Le fabuleux destin d'Amélie Poulain

For 20 years Jean-Pierre Jeunet collected small astonishing and intriguing moments in his life, taking notes in his diary, not knowing that he was up to co-write and direct one of the most successful film in French film history. Jean-Pierre Jeunet fell in love with the story and the film he titled Le fabuleux destin d'Amélie Poulain. But it's popularity was even a surprise to Jean-Pierre Jeunet himself as he once stated: `I guess I have to produce a film like Alien Resurrection (USA 1997) to make a movie like Le fabuleux destin d'Amélie Poulain', obviously not aware of the films potential. Unfortunately the film didn't win an Academy Award for the best foreign film in 2001 which still puzzles film fans all over the world.


Amélie Poulain, bir doktor olan babası tarafından diğer çocuklardan, kalp hastalığı olduğu gerekçesiyle, uzak yetiştirilen bir çocuktur. Aslına bakılırsa babasının yanlış bir teşhisidir bu, çünkü Amélie’nin babasıyla kurduğu nadir fiziksel temas babasının sağlık kontrolleriyle gerçekleşmektedir ve bu kontroller sırasında Amélie heyecanlanmakta, kalp atışı hızlanmaktadır. Amélie’nin annesiyse, en az babası kadar nevrotik bir kadındır. Amélie'nin annesi küçük bir çocukken, Notre Dame Kilisesi’nin tepesinden atlayan bir kadının üzerine düşmesi sonucu vefat etmiştir. Böylece babası daha da sessiz ve silik biri olmuş, kendisini eşi için ilginç bir anıt mezar düzenlemeye adamıştır. Amélie de bu yalnızlığın ortasında kendini eğlendirebilmek için, oldukça ilginç ve derin bir hayalgücü geliştirmiştir.
Büyüdüğünde, Amélie Montmartre’da bir café olan ve eski bir sirk göstericisi tarafından yönetilip, birçok ilginç kişinin çalıştığı The Two Windmills’de garson olarak çalışmaya başlar. 22 yaşındayken, Amélie için hayat oldukça basittir; kahramanımız birkaç başarısız romantik ilişki denemesi sonucunda, kendisini crème brûlées’siyle bir çaykaşığı ile oynamak, gün ışığında Paris’te yürüyüşe çıkmak, St. Martin’s Kanalı’nda taş sektirmek, yüzeyi hoşuna giden taşları toplamak gibi çeşitli küçük zevklere adamış ve hayalgücünü tamamen serbest bırakmıştır.
Hayatı, Prenses Diana’nın öldüğü gün değişmeye başlar. Haberlerden duyduğu şoku takiben yaşadığı bir dizi olay sonucunda, gevşemiş bir banyo fayansının arkasında, bir çocuğun yıllar önce saklamış olduğu metal bir kutu bulur ve bu kutunun sahibini aramaya çalışır. Bu arayış içerisinde kendisiyle bir anlaşma yapar; eğer kutunun sahibini bulursa, hayatını iyiliğe adayacaktır. Bulamazsa da… bu çok üzücü olur.
Pek çok yanlış tahminin ardından, kendisiyle aynı apartmanda yaşayan “cam adam” lakaplı ressam Raymond Dufayel’in yardımıyla, kutunun gerçek sahibini bulur ve çeşitli numaralarla kutuyu sahibine iletir. Ardından adamı gözler ve üzerinde yarattığı mutluluğu görünce, diğer insanların hayatında güzel şeyler yapmaya karar verir. Bu Amélie’yi gizli bir adaleti sağlayıcı ve koruyucu melek yapar hayatına etki ettiği insanların gözünde. Babasının hep hayalinde olan dünya turuna çıkmasını sağlar, iş arkadaşlarına, apartmanın yöneticisine, manavın çırağı Lucien’e gizlice pek çok iyilik ve sürpriz yapar.
Ancak Amélie diğer insanlarla ilgilenirken, kimse kendisiyle ilgilenmemektedir. Başkalarının mutluluğu yakalaması için uğraşırken, kendi yalnızlığını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, pasaport için fotoğraf çekilen fotoğraf kulübelerinden, kenara atılmış, yabancılara ait vesikalık fotoğrafları toplayan, tuhaf karakter Nino Quincampoix ile olan bağıntısını görünce daha açık ve rahatsız edici olmaya başlar. Her ne kadar Nino’yu kendi yöntemleriyle pek çok dolambaçlı şekilde cezbetmeye çalışsa da, özünde utangaçtır ve Nino’ya yaklaşamamaktadır. Ancak Raymond’ın öğütleri sonunda, başkalarının mutluluğu için uğraşırken kendi mutluluğunu da elde edebileceğini öğrenir...

Paris Je t'aime-2006



A creative and unique film, the different directors each lent something different to their interpretation of love in the City of Light. The first instinct is to attempt to fit each one of these little stories into an overall storyline, much as can be done with 2003's Love Actually. This attempt, however, renders the magic of each individual segment obsolete. When taken at face value, with each of the short segments taken as its own individual film, the love stories together tell a beautiful message.
The film is strikingly bizarre at times -- often to the point of confusion -- and each individual segment can be hard to follow. Still, to a watcher who pays close attention to each of the segments, the short plot lines become clear after a short time. The confusion is almost intriguing; it keeps you on the edge of your seat waiting for what will come next. It leaves the viewer wondering "Did that really just happen?" yet also leaves them satisfied that it did, indeed, occur. It's the kind of movie where the viewer, upon leaving the theater, can't actually decide whether they loved it or they hated it. The initial reaction is to go and watch it again and again, just to see these individual lives blend together into a cinematic masterpiece.

The interesting decision to make the movie multilingual adds something to the spectrum of people who can relate. It adds to the reality of the film -- here, the American tourists speak English, the Parisians French, and so on. The number of people that the film encompasses leads to an understanding of the international language of love.

From sickness to the supernatural, the love of parents to the love of husbands, this film covers all the bases of romantic storytelling. In its beautiful and quirky way, each unique event somehow falls into place to tell a story: that of all types, sizes, nationalities, and shapes of love.

User Comments from IMDb - http://www.imdb.com/title/tt0401711/

Yüreğimin tozunu aldım dün gece...


Geç anladım zamanın da yorulacağını ve o güzelim saatlerin de bir gün duracağını. ‘Günaydın’ dendiğinde karanlıklarla savaşılmayacağını, ‘iyi uykular’ dendiğinde güneşin aranmayacağını. Kimbilir belki yanlış bir yerden başlamıştı hayat, ama doğmakla anlaşılmaz ki hayatın değeri. O müthiş kavuşmasını görmeseydim bedenin toprakla, belki daha da anlamayacaktım hayatın önemini.

Yüreğimin tozunu aldım dün gece. Geç anladım kıtaların da hareket edebileceğini. Sanki yürek koca bir atlas da, sınırları var.. Silinmez bölünmez sanki... ama dün gece... Anladım artık o kadar da zor değil kıtaların hareketi. İnsan zannediyor ki böyle gelmiş gidecek böyle. değil... Anlamıyor bir afilli yumruk yüzüne değmedikçe. Belki bir göktaşı, belki deprem, belki bir çift göz nebileyim. Bir milat yani...ben sana döksem kelimeleri, toplasam roman yazsam adına, mil çekiliyse gözlerine görebilir misin? Gidince geri dönersin ama, döndüğünde aynı yerde misin? Ben kelimelerimi sana açık ettim bunca zaman, hepsine değip geçen rüzgar gibiydin.


Dün gece tozunu aldım eskimiş günlerin. Bunca zaman sızlamadı da yüreğin, şimdi mi farkına vardın sevdiğinin. Kader bir başka kaderle karışınca ancak kadermiş. Yoksa sen dur orada öyle çini vazoda, dünyanın 9.harikası gibi... kaderim kaderine değmedikten sonra ne fayda?

Ama geç...geç anladım yüreğimin bir yangın söndürücüye ihtiyacı olduğunu. Ve o yangın söndürücünün kendi gözyaşlarım olduğunu. Meğer kimse söndüremezmiş içimin yangınını benden başka, meğer kimse ısıtamazmış yüreğimi, ben istemeden. Şimdi koy bir yanına geçmişi, öbür yanına gelecek günleri.. Hangisinin acısıdır kıtaları sallayan? .. Hangisidir takdire şayan?

Yüreğimin tozunu aldım dün gece. Tarihleri karaladım, pusulamı kırdım, kitapları topladım, mektupları yırttım, gemileri yaktım, çığlık çığlığa uzandı hayat kollarıma. Yolculuk bitti ve kıtalarda kader buluşmaları..Ve seller aşındırıyor artık yüreğimin duvarlarını. Ağlamak yok, hadi artık sus. Deli çizgiler atmışsın bunca zaman boynuma. Ben nice uysal çizginin içinde yeterince oyalanmışım. Döndürülmüyor zaman en başa... Yüreğimden çekilen kelimelere bir bak... neler söylüyor sana... Sen benim güvercin kırılganlığımı unuttun da, söylesene biraz geç kalmadın mı bana?

Gitme demişim yüreğime, gitmemiş.. Onca sözcük tıkılıp kalmış, esirgenmiş. Sonra dökülmüş bir denizin ortasına, değememiş kulaklarına. Hadi canım, beterin beteri var, üzülmeyelim... Bir yangın varsa eğer ve sarmışsa tüm bedenini, biri çıkar susturur ağlayan kelimelerini. Bundan böyle düzgün çiz yüreğinin mühim çizgisini. Öyle düzgün çiz ki, tütmesin o yangın yeri. Malum bir kabulleniş gerekir filmin bittiği yeri.

Bir zamanlar gözlerimi kör, kulaklarımı sağır eden, hatsız hudutsuz, sevgili. Bir zamanlar kıtaları hareket ettiren, coğrafyayı değiştiren, hain savaşçı, kaçınılmaz barışçı. Ben seni hiç bir zaman ‘kader’ deyip fırlatmadım ki. Yavaş yavaş eriyip gitti masumiyetin bakirliği. En güzel yerinde durdurdum şimdi, seyrediyorum eski filmi. Baştan yazılabilir mi aynı senaryo, tekrar çekilebilir mi aynı film oyuncular hala aynı oyuncu mu? ... Gitme demiştim yüreğime, gitmemiş bak... Giden başka şeylermiş.... Tozunu aldım dün gece, orada sana ait hiçbirşey kalmamış...!

Sibel Bengü

3 Ekim 2007 Çarşamba

Pour qoui Paris?


Paris adını Galya halklarından Parislilerden almaktadır. "Paris" aslında Romalıların "Lutetia" yerine kullandıkları "Civitas Parisiorum" (Parislilerin şehri) adının zamanla değişmesi sonucu oluşmuştur. Paris aynı zamanda şehrin etrafındaki yöreye de ("Parisis") verilen isim olmuştur. Cormeilles-en-Parisis ve Fontenay-en-Parisis gibi şehirlerin isimlerinde buna rastlanır.
Bu adın kaynağı tam olarak bilinememektadir. Paris bölgesinde çokça bulunan taş ocaklarına istinaden Galce "kwar" (taş ocağı) kelimesinden geliyor olabilir. Başka etimolojilerde önerilmiştir. Pierre Hubac ve Cheikh Anta Diop'a göre, Parislilerin adı Mısır tanrıçası İsis'ten gelmektedir çünkü Paris bölgesinde İsis'e adanmış birçok tapınak ya da Eski Mısır dilinde "per Isis" bulunmaktaydı. Bir efsane de Paris adını dalgalar altında kalıp denize batan efsanevi Ys şehriyle birlikte anar. Maurice Druon "Paris de César à Saint Louis" (Sezar'dan St.Louis'ye kadar Paris) adlı kitabında Paris adının Galce "par" (gemi) sözcüğünden geldiğini iddia eder. Şekli gemiye benzeyen, su üzerine kurulmuş, geçimini suya borçlu olan ve ismini de belki sudan almış olan bir şehir. Bir ada olan Lutèce'in refahı "gemiciler" tarafından sağlanıyordu ve bu gemicilerin sembolü olan gemi de şehir armasını oluşturmuştur.

Une vu général...


Paris, Fransa'nın başkenti ve Île-de-France bölgesinin merkezidir ve Seine nehri'nin üzerine kurulmuştur. Tüm dünyada anıtları, sanatsal ve kültürel yaşamı ile tanınmış olan Paris aynı zamanda dünya tarihinde önemli bir şehir olmakla birlikte, başlıca ekonomik ve politik merkezler arasında yeralmakta ve uluslarası taşımacılığın geçiş noktalarından birini oluşturmaktadır. Moda ve lüksün dünya başkentidir ve "Işık Şehir" (Ville de Lumière) diye de bilinmektedir.

Métro...








Her Metro İstasyonunda ayrı bir dünya...

Le métro transporte aujourd’hui environ 4,5 millions de passagers par jour (1,365 milliard pour l’année 2005). Il dessert 298 stations (382 points d'arrêt), dont 62 offrent une correspondance avec une autre ligne1. Le métro parisien se classe, pour le nombre de passagers transportés, en 4e position derrière Moscou (2,5 milliards), Tokyo et Mexico2, en 7e position pour la longueur de ses lignes derrière Londres (421 km), New York, Séoul, Tokyo, Moscou, Madrid (mais 1re position si on inclut les lignes de RER) et en 3e position pour le nombre de stations derrière New York (468 stations) et Séoul3.

Cathédrale Notre Dame de Paris...



Cathédrale Notre Dame de Paris...
Mon âme se repose en paix...

It's a rainy night in Paris...


It's a rainy night in Paris,
And the harbour lights are low,
He must leave his love in Paris,
Before the winter snow;

On a lonely street in Paris,
He held her close to say,
"We'll meet again in Paris,
When there are flowers on the Champs-Elysees..."
"How long" she said "How long,
And will your love be strong,
When you're across the sea,
Will your heart remember me?...
" Then she gave him words to turn to,
When the winter nights were long,
"Nous serons encore amoureux,
Avec les couleurs de printemps..."
"And then" she said "And then,
Our love will grow again,"
Ah but in her eyes he sees,
Her words of love are only words to please...
And now the lights of Paris,
Grow dim and fade away,
And I know by the lights of Paris,
I will never see her again...

Chris De Burgh